Sihirli Ay Işığı (Magic in the Moonlight)
Güney Fransa'yı mesken eyleyen, tarihi 1928'e sabitleyen, illüzyonu, aşkı,
entellektüel söylemleri barındıran bir filmdir. Yönetmen koltuğunda Woody Allen
gibi usta bir yönetmen otururken, oyuncu kadrosu da bir o kadar başarılı.
Başrolde Oscar, Altın Küre ve daha nice ödüllere layık görülen Emma Stone ve
Colin Firth'i görüyoruz.
Meşhur illüzyonist Stanley, (Colin Firth) öteki dünyadan havadis getirdiğini
iddia eden medyumlara savaş açmıştır. Çekici ve tatlı Sophie, detaycı ve inatçı
Stanley'in yeni hedefidir. Stanley her zaman rasyonel kişiliğe sahip oluşuyla
gurur duymuş, ruhsal aleme inanan insanları hor görmüştür. Her konuya hakim
olduğunu ve her daim doğruyu bildiğini savunan Stanley tek bir konudan
bihaberdir; sevgi.. Alaycı, kibirli, mükemmelliyetçi adam karşısına sevda
öyküsü çıkınca bocalar. Hatta "Benliğimi aldın, bari kalbimi alma"
diyecek kadar savunmasız kalır.
Filmimizin baş kahramanı Stanley aynı Woody Allen gibi kıvrak bir zekaya
sahip, onun gibi kurnaz ve diyaloglarında sık sık iğnelemelere yer ver
veriliyor.
Bu film de, diğer Woody Allen filmleri gibi bolca, derinlikli ve de
mizah unsuru zirve yapan diyaloglar ile içleri doldurulmuş onlarca karakter, esas hikayeyi aşıp bambaşka anlamlara ve düşüncelere sürüklüyor.
Diğer filmlerinden farklı olarak, sapkın cinsel ilişkilere (Barcelona
Barcelona), karmaşık aşk hikayelerine (Match Point) rastlamıyoruz. Çoğu
filmlerinde seks sahnelerine sıkça şahit olmamıza rağmen bu filmde cinselliğe
hiç yer vermediğini görüyoruz.
Woody Allen denince aklımıza gelebilecek anahtar kelimelerden biri
'Varoluşçuluk', var olmaya karşı tutkusudur. Bir çok filminde değindiği gibi bu
filminde de bunu görüyoruz. Katı bir
pozitivist olan bir sihirbazın(!) gerçek sihri ortaya çıkardığını iddia eden bir kızın sahtekar olduğunu kanıtlama
çabası, sonunda Allen’in tam da filmin isminin hakkını verircesine bir varoluş
problemine dönüşüp, hümanist bir söyleme varıyor. Allen, anlatmak
istediğini başarılı bir mizahla harmanlayıp bizlere sunuyor. Genel olarak,
Woody Allen’ın sineması, her şeyden önce ölüm olmak üzere kendi korkularını ve endişelerini dile getirmek,
suçluluk duygusundan arınmak istemenin gizli çabasıyla başlıbaşına kendisi için
kurulmuş karmaşık ama, kusursuz işleyen tek bir mekanizmadır.
İllüzyonu, sihiri barındıran bu film bizi aslında Allen'ın okul yıllarına
götürüyor. Okul yıllarında yaptığı olağanüstü sihir ve kart numaralarıyla arkadaşlarını etkilemeyi başarmıştır.
Hatta kızıl saçlarından ötürü “Kızıl” lakabını aldığı lisenin en popüler sloganı
“Konigsberg’le asla kart oynama”dır. Hâlâ kartlardan kopamayan Woody bu
ilişkisini, “kartlardan, elini piyano tuşlarına koyan bir konser piyanistinin
aldığı zevki alıyorum şeklinde tanımlar.
Yorumlar
Yorum Gönder